Bir insanın başına gelebilecek en acı verici olaylardan biri çocuğunu kaybetmesi olsa gerek. Hele bu olay çocuğun yaşı küçükken olursa insan ruhunda açtığı yaraları tahmin etmek zor olabilir.
Benim ailemde de bunun olduğunu, hem de iki kez olduğunu yıllarca bilmedim. Büyüme yıllarımda hayatım okuduğum yatılı okul ve anne-babamla benden altı yaş küçük erkek kardeşimin oluşturduğu ailem arasında geçti. Çoğunlukla okulda olduğumdan kendime ayıracak epeyce zamanım oluyor, bu sürede de ilerideki edebiyat sevgimin temeini oluşturacak eserleri okuyor, filmleri seyrediyor ve fırsat buldukça da hikayeler yazıyordum. Ama bir edebiyatçıya önemli bir malzeme çıkaracak olaylardan hiç haberim yoktu.
Yıllar sonra kalabalık bir akraba sohbetinde biraz da üstü kapalı olarak bahsedilen gerçek ürperticiydi. Benden üç yıl kadar sonra doğan biri erkek, biri kız ikiz kardeşlerim olmuştu ve her ikisi de aralıklı olarak 18-20 aylık kadarken ölmüşlerdi. Bunu öğrenmek beni çok şaşırtmıştı, çünkü bundan hiç bahsedilmemişti evimizde. Onlarla ilgili herhangi bir resim ya da eşya da görmemiştim. Teyzemle konuştuğumda kısaca bahsetmişti ama annemin onlarla ilgili hiç bir şeyi saklamadığını söylemişti.
Bana daha da garip gelen, kardeşlerimle ilgili herhangi bir anımın olmayışıydı. 5 yaşlarında Çayeli'de bir apartmanın üst katında otururken annemin beni aşağıya gelen balıkçıya gönderdiğini, elimde parayla gidip o zamanlar çok bol bulunan kalkan balığını aldığımı, merdivenden yukarıya çıkarken aslında ölmemiş olan balığın çırpındığını ve korkudan onu elimden düşürdüğümü hatırlıyordum. İlkokul öğretmenimi ve güzel okuduğum için bana sene sonunda Neşeli Günler kitabını hediye ettiğini hatırlıyordum (kitabı uzun yıllar kütüphanemde de saklamıştım). Karlı bir kış günü Doğu Karadeniz'den ayrılıp küçük bir Trakya kasabası olan Şarköy'e gelişimizi, her yerin çok soğuk olduğunu hatırlıyordum, gerçi bu olayların bazıları
daha sonra olmuştu ama 4, 5, 6 yaşından soluk da olsa anılarım vardı, ama iki kardeşim de benimle en azından 1-1.5 yıl geçirmişlerdi ve ben onlarla ilgili tek bir kare bile yoktu anılarımda.
Bir kaç yıl sonra bir resmi iş nedeniyle Nüfus Kayıt Örneği aldığımda bu belgede kayıtlı olduğum hanede yaşamış ve ölmüş bütün aile bireylerinin kaydedildiğini farkettim. Kardeşlerimin doğum ve ölüm tarihleri, tam isimleri kaydedilmişti: Figen Süreyya Mollamustafaoğlu ve Osman Bülent Mollamustafaoğlu. Doğum tarihleri bugün bilemediğim bir nedenle birer hafta arayla kaydedilmiş, 21 Ekim 1964 tarihinde tescil edilmiş ve biri 16 Eylül, biri de 26 Eylül doğumlu görünüyor. Kızkardeşim 24 Şubat 1966'da ölmüş, öldüğü zaman 17 aylıkmış. Erkek kardeşim ondan daha sonra, 9 Mayıs 1966'da ölmüş, o da 20 ayını dolduramamış. Ölümlerinin de bu kadar kısa aralıklarla olması benim için esrarını koruyan bir nokta oldu.
Sonunda bu merakımı gidermek için annem ve babamı son ziyaretimde konuyu açtım ve eski fotoğrafların olduğu kutulardan zorlukla bulunan fotoğrafların eşliğinde hikayeyi anlattırdım. Ölümlerin ilki zehirli ishal sonucu su kaybından olmuş. O dönemin çok da iyi olmayan hastanelerinde ve belki de bezgin kamu doktorlarının ilgisizliğinden, belki de hastalığı basit bir bebek ishali olarak ele almalarından kaynaklanmış olabilir. İkincisinde de yine belirli bir ilgisizlik ve çok geç keşfedilen menenjit (ya da meningoensefalit) söz konusu.
Her ikisi de benim neden kardeşlerimi hatırlayamadığımı açıklayamadılar. Resimleri görmemle esrar daha da derinleşti, çünkü bir çoğunda üç çocuk birlikteydik, dolayısıyla bunların hiç birini hatırlamamam anlaşılır gibi değildi. Belki de bir hipnoz seansıyla kayıp anıları geri getirmek mümkün olabilirdi.
O fotoğrafları görmem, kardeşlerim olduğunu öğrendiğim günden beri zaman zaman içimde beliren hafif bir sızlamayı yok etmedi, geriye gülümseyerek verilmiş pozlardan eski siyah beyaz fotoğraflarda neredeyse 50 yıl önce yakalanmış ve - umarım bundan sonra dijital ortamda - sonsuza dek saklanabilecek görüntüler kaldı.